Edip Cansever’in bu dizeleri artık iyice eskidi; Masa da masaymış ha! pek çok kişinin dilinde, internete masa şiiri yazsak hemencecik Cansever çıkar herhalde. Bu bir fikri savunmayla ilgili bir şiirdir belki de. Ancak günümüzde kimsenin fikri, kimseyi ilgilendirmez, ilgilendirse de hatalı kişilerin masasına davet ederler bizi sürekli, kafalar genelde karmakarışık, sanki tak diye karşımıza çıkarıyorlar her şeyi, aslı, astarını tutmuyor, tıpkı masa şiirinde olduğu gibi.
Üniversite son sınıftayken, Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde Bilkent Üniversitesinde yüksek lisans yapan bir arkadaşım vardı. O sıralar Karşılaştırmalı Edebiyat bölümü yeni kurulmuştu ve çok kıymetli şairler bu bölümde yüksek lisans, doktora yaptılar, galiba başka bir adı vardı bölümün şimdi hatırlamıyorum, sonra pek çok üniversitede çağdaş edebiyat alanında pek çok bölüm açıldı, ilk örneği bu bölümdür.
Bu arkadaşım Hilmi Yavuz’la çalışıyordu, galiba sonra tez hocasını değiştirdi. Hilmi Yavuz masayla ilgili metaforik bir karşılaştırma ödevi vermişti arkadaşa. O da zaten İlhan Berk üzerine çalışırken bu metafor üzerinden bir yaklaşımla İlhan Berk şiirlerine ulaşmaya çalıştı, ben de çok dinledim, çok yardımcı olmaya çalıştım bu arkadaşıma. Ama ta o tarihten beri masa imgesi, masa ya da çok ilgimi çeker, hâlâ arada masayla ilgili fikirler gelir aklıma ama kaleme, kağıda geçmez bunlar.
İlk masamı hatırlıyorum, evde lisedeyken bir masam oldu galiba o kadar önemli değil ama hatırlamadığıma göre, evet hatırladığım üniversite sınavına başlarken… o devirde çalışma masaları yemek masalarına benzerdi, bir yemek masası üzerinde çalıştım, kardeşimle de çok paylaştım bu masayı, hâlâ durur evde mutfakta, demirden iskeleti parlak kontrplak gövdesiyle, belki elli yıllıktır. Anneme sorduğumda evet tam elli yıllık derdi.
Masalara çok meraklıyımdır dedim ya, bir de art nouveau masalar daha çok ilgimi çeker, ancak hep işte, güçte olduğum için pek de boşuna harcama yapmayayım diye erteler dururum, yazdıklarımı bazen emektar yemek masasında, bazen dizimin üzerinde, bazen oturma odasındaki masada yazıyorum. Artık aklımda kurmadan oturup da yazmıyorum, cep telefonuna dize dize yazıyorum, hani şu popüler köşe yazarlarının yaptıklarını ben yapamıyorum, metin olarak, sanki okura saygısızlık, ben dize dize yazarak, kabataslak çıkarıyorum onların yaptığını. Ama çalışma odamın olmasını da bazen çok isterim, belki emekli olunca yaparım bunları, kim bilir, kütüphane kadar gerekli değil galiba. Kütüphane de gerekli değil sanki, kitaplar da değişebilir, insan hayatında kaç kitabı doğru dürüst okur. Sürekli okusam da aklımda kalan genelde bir kitabın imgesidir sanki.
Bu masa tutkusu önemlidir aslında, gerçekten çalışan birinin masası olmak zorundadır, odası olmak zorundadır fikri de varsa. Evin her tarafı bana aitmiş gibi hissetmedim hiçbir zaman, hiçbir yere aitte hissetmedim. Elimdeki telefon yetti bana, diz üzeri bilgisayarda yetti. Bunların dışında kitaplarım karman çorman olsa yapamazdım fakat. Kitapların, okumanın eğri büğrü olması nasıl da insanı perişan eder. Kime aittir fikirler hangi belirsizlik insanı uçuruma götürür, sanki buna engel olan masadır, kelimelerin hatasız olduğu, tümcenin, fikirlerin döküldüğü yer, yemek masası da önemli mesela, Atatürk’ün fikirlerini arkadaşlarıyla masa çevresinde oluşturması gerçekten etkileyici gelir bana. Ama beni en çok etkileyen Heidegger’in masası oldu; kır evinde kütüphanesi bile olmayan, üzerinde kitapların bile olmadığı masa. Demek ki bu masa fikri belirsizliğini taşımıyor, imge dünyasındaysa yeri yoktur masanın, düpedüz olduğu yerin yerlisidir, başka yere ait değildir hiçbir anlamı yok. Bizim gibi ülkelerdeyse, masaların ne kadar boş olduğunu görüyorum, fikirler hep uçuşuyor, ülkenin halinden belli, doğru kişilerin elinde olmayan masalar. Masa yok ya da!