Kendimi çoğunlukla bal porsuğu gibi hissederim. Hani balı bulup da çabalayıp çabalayıp, kavga gürültüden geçip, onca eziyeti çektikten sonra balı alan ve elinden kaptıran, arının zehrinden düşüp bayılınca elindekini kuşlara kaptıran. Yıllarca pek çok şey için çabaladım, çok şey için uğraştım artık vücut ağuyu kaldırmıyor. Herkesin dediği gibi zehri kaptım ve zehir benim hakkım mıydı diye çok düşünürüm, hakkımı niye başkalarına verirler elbette bunları anlamak için çokça uğraştım nedenini de gayet iyi bilirim.
Yaranın nasıl iyileştiğini benden daha iyi bilen var mı diye kendime çok sorarım, kendime de bir bakmışım ne gül kalmış çevremde ne de bahçe. Bahçeye girsem bendeki zehir, bendeki yara iyileşmez diye... Bahçe kalmadığına göre yalnız kurallar kalır, kurallardan geriye başka kalan yoktur. İnsanı insan yapan bu ilkelerdir ne de olsa! Demek ki insan içindeki zehre rağmen hâlâ yapısı neyse onu becermek zorundadır, ne diyor Türkü; “memleket, seni sevmek için yürek gerek.” Neyse odur, ekmeğini kazandığın yer memleket değil mi? Bizlerin elinden almaya çalıştıkları da ekmek ve memleket değil mi?
Yıllar yıllar önce pek toyken, şansımda yaver gider diyemedim, bizim gibiler için okumak gerekti, okuduk da liyakatımız yetti de yeterince referansımız yoktu, başta dandik puan kırmaları, dandik dayakçı öğretmenlerimiz yüzünden kaybedecektik tabi, en üzüldüğümde bu oldu. Artık yorgun olmak bile ağır geliyor elbet.
Dizelerin bile yan yana gelip kitap olması için bir referansınız olması gerekiyor önce, sonra da yazdığınız şeyin kaliteli olması. Dünyanın en yetkin yazısını bile yazsanız başarı oranınız düşük, okumuşsunuzdur en başarılı olanları bile yıllarca didinmişler yayınevleri kapısında. Sonrası tabi mutlu sona evrilmiş halleri. Yazdıklarının yetkinliği anlaşılınca yayınevleri onların peşinde koşar olmuş.
Kimdi anımsamıyorum, ben internet yokken çok sıkılırdım diye bir açıklama yapmıştı. Açıklamayı okuyunca, ben de gerçekten çok mu sıkılırdım diye geldi aklıma. Yazları ta tren istasyonuna kadar gider kütüphaneden kitap alan biri ne kadar sıkılabilir ki! İlhan Berk’de bu bungunluktan, sıkıntıdan bahseder çok sıkıldığına değinir. Bu da bana tuhaf gelmişti, ancak üzerinde düşündüm tabi, bu bungunluk nedir, bu sıkıntı nedir diye. Sıkıldığım, bunaldığım zamanlar çoktur. Geceleri bile bungunlukla uyandığım olmuştur muhakkak. Ancak sürekli çalışmak zorunda olan birinin sıkılmaya da fırsatı pek olmuyor.
İş yerinde bile iş yükü azaldığında tutup da bilgisayarda oyunlardan oynayayım diye bugüne dek aklıma gelmedi. Hep bir şeyler yapmaya, yazmaya çabaladım, didinmek hayatımın bir parçası oldu. Sahi ben neden bir türlü bu saçma sapan bal porsuğu toteminden, Türkçe deyimiyle hayvan atadan kurtulamıyorum, yoksa pek bir köylü, pek bir dağlı mıyım..? Neden ülkedeki bir kesim hep bal porsuğu! Şaman olup Orta Asya’ya geri mi dönsek. Bir gün gelecek o verdikleri buyruk ne olacak düşündüler mi!
Yort Savul!