Yansıma, tekrar, taklit, özgünlük, teknoloji, temsil, oluş, saflık veya Latince’siyle mimesis, de facto, katarsis... ve yığınla kavramın karşılığını nerelerde bulmamız gerekiyor. Örneğin göç tabiri işin içine girerse biriciklikten bahsedebilir miyiz? Biraz daha kışkırtıcı soru; İnsan oğlunun biricikliğinden bahsetmek olası mıdır? Yoksa hepimizin ortaya döktüğü şey hele hele modern zamanlar sonrasında birer teşhir mi? Bu teşhirde başarılı olanlar, ya çok izlenen olur, ya da çok takip edilen, yapılan işlerin özgünlüğünden bahsetmek zorunlu bile değil esasında, sonuçta iş denen şeyin özgünlüğü, biricikliği kalmadı Dünya’da çok zamandır öyle mi!
Hepimiz, handiyse herkes uygulayım (teknoloji) ileride olduğu için, daha doğrusu çağcıllık seviyesindeki yerlerde yaşamak istiyoruz, çünkü bu olanaklar bize daha iyi bir yaşam kalitesi sunacak. Fakat okumalarımız bazen çokça sıkışır, artık okumak istemeyiz örneğin, kentlerin iğrençliğini keşfederken bazen, bazen yazmanın tıkandığı yerlerde, kentlerdeyse bu olasılık dahilinde bile değildir, tümden berbat bir şeyi anlatmak da suç mudur? En sevdiğimiz kitabın önünde sonunda delik deşik edilip bir işe yaramadığını da çok gördüm. Bütün yaşlılık belki de yalnız bir Barok sunum içerir, o nedenle çok çok yeteneklerimizin ayırdına varmalı ve bu alanda kendimizi geliştirmeliyiz. Fotoğraf için sanki bir on yılım kaldı, ondan sonra yazı kalacak yalnız benim için.
Rönesans’ın getirdiği bilimsel perspektif, hava perspektifi, bakış açımızı belli bir süre sonra daraltıyor mu, ki bu kendinin dışında olmakla ilintili olan her şey yakamıza yapışıyor, belirli bir süre sonra bakış kuşumuz daralıyor ve insan denen varlık, yalnız şeye dönüşüyor, asıl tehlike de belki bu şeyleşme. İnsan oğlunun kendini soktuğu daralan sokağı, yaşadığı yurttan vazgeçmesi bu daralmanın asıl sebebi.
Şimdi içinizden bu yazıyı okuyanlar olacaktır, bunlar oldukça sıra dışı diyenler olduğu gibi nelerden bahsettiğimi anlamayanlar da çıkacaktır. Beni tanıyan arkadaşlarım bilirler fotoğrafta Barok ışık kullanımını çok tercih ederim, bir şeyleşmeyi anlattığı için tercih ederim bazen, bazense ortamın gizemli havasından, bazen o çektiğim fotoğrafın böyle olduğunu gördüğümden.
Nereden bakarsam bakayım, bir bilim insanı olarak eğitimden geçtiğim için Barok’un bu anlatımını bilmiyordum diyemem, benim için olasılıkların dışında diyemem, ya Rönesans insanının kendini tanıma sürecini, devlet olma sürecini bilmiyorum demem de mümkün değil. Burada asıl bilinmesi gereken burnumuzun dibine bakarken, uzakta olan yakınlarımızı kaybetmemiz olsa olsa.
Bu kayıp noktası iki şey arasında gerildi kaldı, belki de Cumhuriyet’in kuruluşundan beri. Cumhuriyet kurulduğunda gelişmiş, modern, çağcıl bir devlet olmak için gelişimin olduğu yere Avrupa’ya yüzünü çevirdi. Fakat 1992’den sonra Türki devletlerle ilişkimiz değişti. Ahmedi devletlerle olan ilişkimizden hâlâ emin değilim. Bundan çıkmaya çalışan bir grupsa kendini bohemin içinde mi buldu; Kendi kendine bir teşhir yeteneği keşfetti belki, öykünmenin öykünmesi, o da hâlâ bize ait olanın, Cumhuriyet’e ait olanın keşfi neydi.
Atatürk ölmeden önce yaptıklarımızı anlatan bir şair olmadı demiş, doğru mu? Bana efsane söyleme demiş Türkü, hazrete çıkar yolumuz, oysa bazen efsaneye ihtiyacımız var sanki. Anday’ın Yağmurun Altında kitabı bir söylence, efsane gibidir bende. Yönümüz nerede bir Barok karanlıkta çevrenimiz bu mu, her şey dahil!